9.26.2008

bi' an - yirmibeş




-
ben yine gidiyorum ama geleceğim.
- geldin mi acaba?
- dahası gidemedim. n'oldu ki?
- hiç. yalnızlık hissettim bi' an. elmamı yiyince geçti.
- pis!

9.24.2008

müzeyle imtihan

masumiyet müzesi'ne başlamadığım zamanlardı - sabırlıyım ya, "beklerim" dedim kendi kendime. halt etmişim.
bir süre sonra herkesi ama herkesi onu okurken bulunca (belki de bana öyle geldi o sıra), içimden ince sızı akıyordu. merak bazen sabrı yener.

o pembe kapak, o "orhan pamuk nasıl aşk yazmış" duygusu içimi yedi bitirdi. aynı kahramanımız kemal gibi. (içini yemek bitirmek bakımından)

bir canavar girmişti içime adetâ. her gittiğim evde, bütün sehpaların üstünde onu görmeye alışmıştım artık.
onunla da başa çıkabilirdim, nitekim bir süre yaptım bunu.

fakat dağ taş masumiyet müzesi olmuştu sanki. sadece arada arada kaçak yapıp, s.'ye, e.'ye ve a.'ya "nasıl, güzel mi? ne diyor? nasıl gidiyor" yollu sorular soruyordum. bir süre de böyle idare ettim. bardağın taşacağı var
mış.

çünkü kime sorsam bana şu minvalde cevaplar veriyordu: "oku da sonra konuşalım", "şu anda bi' şey söylemek istemiyorum", "prensip meselesi!". sözleşmişler miydi, neydi? içim içimi yemeye başlamıştı, sehpaların artık müzesiz yaşayamayacağını hissetmeye başlamıştım.

İTİRAF

bu bilgi paylaşmama hali, beni tam anlamıyla tahrik etti.

kendimi tutamadım ve s.'nin uyuduğuna emin olduğum bir akşam sehpanın üstündeki (bizim işte sehpa önemli!) müzeyi kapıverdim. onun kapısının önünden kedi adımlarıyla geçtim ve kapağı açtım. ne vardı işte? ben de artık haiz olacaktım o çok gizli bilgiye. ve büyük bir temkinle "bana onu sormayın" diyebilecektim.

aşk-meşk, bildiğin hırslar, evlilik korkusu, şefkat dilenmesi, bencillik, yalan...

tam olarak 198. sayfaya geldiğimde, yine dayanamayıp ö.'ye yeniden şunu sordum: "evlenec
ekler ve bu böyle gidecek di mi?"

ne dese beğenirdim? "yani, tam olarak öyle değil, daha bir rutine giriyor." evinin kapısının önündeydik ve bu an "yıkıldığımın resmi"ydi.

daha rutin mi, daha mı rutin?


216. sayfadaydım, şeytan bana "birkaç sayfa atlasan bi' şeycik olmaz" diyordu, ona uymuyordum. şöyle sahnelere şahit oluyorduk beraber:

müze, sehpanın üstünde duruyor ve "kitap okuyalım mı" diye oturduğum
uz koltuklarda karşılıklı şarap içerken buluyorduk kendimizi. (kitap hakkında konuşmamaya hâlâ özen gösteriyorduk)

veya bir ileri aşamaya geçip ikimiz de karşılıklı kitapları almışız elimize, kitaplar kucağımızda açık vaziyette televizyona bakıp haldun dormen'in artık televizyona çıkmasa ne güze
l olacağını konuşuyoruz. ya da yatakta kitaplar duruyor, ikisi de açık vaziyette, huzurla uykuya dalınmış, kaçıncı rüya...

İTİRAF İKİ

geçende şu konuşma geçti:
"nasıl bitecek bu, hep böyle mi gidecek?"

"bilmiyorum, ben geçen gün iki sayfa atladım valla"

kitap tanrısı bizi affetsin.

not: kemal, kendini de bizi de yedin bitirdin! aşık değil, sapkınsın!

9.23.2008

ada sonbaharı - dört





- tamam mı?
- tamam.
- tamam mı, dedim.
- neye dedin?
- e, ben rüyada konuşuyorum.
- e, evet!
- bi de hasta oluyorum, çok kötü!

ada sonbaharı - üç

kalktık gittik.
sapılacak her türlü yola saptık.


"uçan yatak"a baktık, rüzgâr güllerine baktık, deniz fenerine baktık. üzüm bağlarına ve zeytin ağaçlarına baktık.
döndük döndük, saat 2'yi geçirdik.


güneşin batışını buradan izleyeceğiz.
sadece birkaç saat sonra bir tane daha "getirin ne varsa" masasına çöreklendik.
bizi hiç bekletmediler, hiç üzmediler, getirdiler.
önce montlarımızı çıkardık, sonra hırkalarımızı, en son fularlarımızı...
güneş tam gözümüzün hızasına geldiğinde denize melun mahsun bakıyor bulduk kendimizi.

o nasıl güneşti ve o nasıl deniz?
o tahta sandalyelerin tepesinde neden o kadar rahattık?
ö., bir süre sonra buzlu rakı hakkında derin ve ağır bir ajitasyona girişti.
güneş batmaya yakındı, gece planı hazırdı.



ada sonbaharı - iki

"getirin ne varsa, donatın masayı" kahvaltısı...
hava ne güzel, havanın havası ne güzel.
saatlerce oturduk biz o masanın başında. saat 2'yi bekledik.
sonra ordan kalkıp orda burda dolaştık, hepimiz başka bir noktaya baktık.
takip peşimizdeydi. hep.
biz oturduk, o yattı, biz yayıldık, o yayıldı.
saat 2'ye geliyordu. buralardan oralara gitmeliydik.
kalktık gittik.

ada sonbaharı - bir


g. beni yokuşun başında bekliyordu.
benim tiril tiril bluzüme nazire yaparmış gibi kışlık bir montla dimdik duruyor ve bekliyordu.
mütevazı çantamı görünce "bak benim loren çantama, her şeyim var benim" dedi.
o ve ö'yü de bir başka yokuşun sonunda alıp yola çıktık.
gerçekten her ama her şeyimiz vardı, yollar bomboştu, hava çok nefisti.
ayçiçeği tarlalarının, kavunların arasından geçtik, saat 3'e doğru ö, yanıma kıvrılıverdi.
4'te denizin ortasındaydık. g. vapurun zincirinden gelen sese bok atarak geçirdi vapurdaki 1 saatimizi.
5'te artık sadece g. vardı neredeyse, kendi başına konuşuyordu, yangında bitmiş ağaçlar hakkında, deniz, yollar ve redbull'un ne kadar kötü bir içecek olduğu hakkında konuşuyordu. yanından geçen tek tük arabalara küfür edip hareket bile çekti bi' ara.
7'ye çeyrek kala tam olarak olmamız gereken yerdeydik.
saat tam olarak kaçta içmeye başlayacağımızı hesaplayıp biraz uykuya daldık.
başlamak için saat 2 iyiydi.