11.11.2008

ben ayşe nasılım - on


müzeyyen söylüyor:
"benzemez kimse sana
tavrına hayran olayım
bakışından süzülen işvene kurban olayım"

10.22.2008

bi' an - yirmialtı






- ben o koç'u ahirette bulmak istiyorum.

- aa, sahiden, var mı öyle bi' imkânımız? bulur muyuz dersin?

- tabii ki var. çünkü bizi, ara sıra cehenneme ziyarete götürecekler.

- e, ama bu çok iyi haber!


10.20.2008

ben ayşe nasılım - on




uyumuyorum
ben.
uyumuyorum
işte!

erdek, eylül '08.

ben ayşe nasılım - dokuz


ben ayşegül.
bizim evdekilerin hepsi ayrı bi' leyla.
ben yürüyorum, arkamdan bakakalıyorlar.
koşuyorum, fısır fısır bi' şeyler konuşup gülüyorlar.
şarkı söylüyorum, dudakları kulaklarına varıyor.

konuşuyorum, kendilerinden geçiyorlar.
dansediyorum, benimle beraber en acayip dans figürlerini sergiliyorlar.
ben ayşegül, ben kendime gülüyorum, onlar bana gülüyor.
bizimkilerin hepsi bi' hoş!

sen ne büyük abimizdin t. özuslu!

Evet, aziz dostum, gerçekten benim; ama artık çok farklı bir benim… Nerelerde ve kimlerle olduğumu da balâda mezkûr iki ayrı mekân-insan manzarasından öğrendin işte. Bendeniz, evveli Mübarek Ramazan’da saçma-sapan bir trafik kazası geçirdim ve sol gözümü çok ucuz kurtardım. İbneler gözümle uğraşmaktan başka taraflarımı unuttular. Galiba hafif şiddette bir beyin travması da var ki, zaten ceviziçi kadar kalmış beynim hepten büzüldü gitti. Köy adı, cadde-sokak adı, insan adı zaten tanımazdı köhne hafızam, şimdilerde hepten kepir düştü. Ahali nutuk atmaya çağırıyor; kürsüde tık diye tutulup kalıyorum: “Hani MTA’da bir servis şefimiz vardı, Birmingham mezunuydu, hanımı da İngiliz’di, bendenizi İngiltere’ye yollayacaktı da gitmeyi reddettim diye çıldırdıydı, ‘Pembe Panter’ diye mahlas yakıştırdıydınız biçareye de öldü gitti, neydi adamcağızın adı yahuuu?...” Tipik bir bunak tablosu işte. Küçük Dostum’un adını bile unuttum; ama sizi unutacak kadar bunamadım henüz. Halâ oradaysanız eğer, üç vakitte “W Sokağı”na damlayacağım…

hastası olduğumuz madenci deli tayfun abi. balık pazarlarından, karaköylerden, eminönülerden telefon açıp "hangi balığı alalım da onu nasıl yapalım abi?" diye sorulabilen lagosçu tayfun abi. gelsin ya buraya, gecenin vaktinde sonsuzluk ve birgün'ü falan seyrederken uyuyakalsın ya koltuklarda. kocaman vücuduyla kocaman koltuğu küçücükmüş gibi göstertse ya. bize azıcık hayat görgüsü, yemek kültürü, kâm tozu serpse ya...

9.26.2008

bi' an - yirmibeş




-
ben yine gidiyorum ama geleceğim.
- geldin mi acaba?
- dahası gidemedim. n'oldu ki?
- hiç. yalnızlık hissettim bi' an. elmamı yiyince geçti.
- pis!

9.24.2008

müzeyle imtihan

masumiyet müzesi'ne başlamadığım zamanlardı - sabırlıyım ya, "beklerim" dedim kendi kendime. halt etmişim.
bir süre sonra herkesi ama herkesi onu okurken bulunca (belki de bana öyle geldi o sıra), içimden ince sızı akıyordu. merak bazen sabrı yener.

o pembe kapak, o "orhan pamuk nasıl aşk yazmış" duygusu içimi yedi bitirdi. aynı kahramanımız kemal gibi. (içini yemek bitirmek bakımından)

bir canavar girmişti içime adetâ. her gittiğim evde, bütün sehpaların üstünde onu görmeye alışmıştım artık.
onunla da başa çıkabilirdim, nitekim bir süre yaptım bunu.

fakat dağ taş masumiyet müzesi olmuştu sanki. sadece arada arada kaçak yapıp, s.'ye, e.'ye ve a.'ya "nasıl, güzel mi? ne diyor? nasıl gidiyor" yollu sorular soruyordum. bir süre de böyle idare ettim. bardağın taşacağı var
mış.

çünkü kime sorsam bana şu minvalde cevaplar veriyordu: "oku da sonra konuşalım", "şu anda bi' şey söylemek istemiyorum", "prensip meselesi!". sözleşmişler miydi, neydi? içim içimi yemeye başlamıştı, sehpaların artık müzesiz yaşayamayacağını hissetmeye başlamıştım.

İTİRAF

bu bilgi paylaşmama hali, beni tam anlamıyla tahrik etti.

kendimi tutamadım ve s.'nin uyuduğuna emin olduğum bir akşam sehpanın üstündeki (bizim işte sehpa önemli!) müzeyi kapıverdim. onun kapısının önünden kedi adımlarıyla geçtim ve kapağı açtım. ne vardı işte? ben de artık haiz olacaktım o çok gizli bilgiye. ve büyük bir temkinle "bana onu sormayın" diyebilecektim.

aşk-meşk, bildiğin hırslar, evlilik korkusu, şefkat dilenmesi, bencillik, yalan...

tam olarak 198. sayfaya geldiğimde, yine dayanamayıp ö.'ye yeniden şunu sordum: "evlenec
ekler ve bu böyle gidecek di mi?"

ne dese beğenirdim? "yani, tam olarak öyle değil, daha bir rutine giriyor." evinin kapısının önündeydik ve bu an "yıkıldığımın resmi"ydi.

daha rutin mi, daha mı rutin?


216. sayfadaydım, şeytan bana "birkaç sayfa atlasan bi' şeycik olmaz" diyordu, ona uymuyordum. şöyle sahnelere şahit oluyorduk beraber:

müze, sehpanın üstünde duruyor ve "kitap okuyalım mı" diye oturduğum
uz koltuklarda karşılıklı şarap içerken buluyorduk kendimizi. (kitap hakkında konuşmamaya hâlâ özen gösteriyorduk)

veya bir ileri aşamaya geçip ikimiz de karşılıklı kitapları almışız elimize, kitaplar kucağımızda açık vaziyette televizyona bakıp haldun dormen'in artık televizyona çıkmasa ne güze
l olacağını konuşuyoruz. ya da yatakta kitaplar duruyor, ikisi de açık vaziyette, huzurla uykuya dalınmış, kaçıncı rüya...

İTİRAF İKİ

geçende şu konuşma geçti:
"nasıl bitecek bu, hep böyle mi gidecek?"

"bilmiyorum, ben geçen gün iki sayfa atladım valla"

kitap tanrısı bizi affetsin.

not: kemal, kendini de bizi de yedin bitirdin! aşık değil, sapkınsın!

9.23.2008

ada sonbaharı - dört





- tamam mı?
- tamam.
- tamam mı, dedim.
- neye dedin?
- e, ben rüyada konuşuyorum.
- e, evet!
- bi de hasta oluyorum, çok kötü!

ada sonbaharı - üç

kalktık gittik.
sapılacak her türlü yola saptık.


"uçan yatak"a baktık, rüzgâr güllerine baktık, deniz fenerine baktık. üzüm bağlarına ve zeytin ağaçlarına baktık.
döndük döndük, saat 2'yi geçirdik.


güneşin batışını buradan izleyeceğiz.
sadece birkaç saat sonra bir tane daha "getirin ne varsa" masasına çöreklendik.
bizi hiç bekletmediler, hiç üzmediler, getirdiler.
önce montlarımızı çıkardık, sonra hırkalarımızı, en son fularlarımızı...
güneş tam gözümüzün hızasına geldiğinde denize melun mahsun bakıyor bulduk kendimizi.

o nasıl güneşti ve o nasıl deniz?
o tahta sandalyelerin tepesinde neden o kadar rahattık?
ö., bir süre sonra buzlu rakı hakkında derin ve ağır bir ajitasyona girişti.
güneş batmaya yakındı, gece planı hazırdı.



ada sonbaharı - iki

"getirin ne varsa, donatın masayı" kahvaltısı...
hava ne güzel, havanın havası ne güzel.
saatlerce oturduk biz o masanın başında. saat 2'yi bekledik.
sonra ordan kalkıp orda burda dolaştık, hepimiz başka bir noktaya baktık.
takip peşimizdeydi. hep.
biz oturduk, o yattı, biz yayıldık, o yayıldı.
saat 2'ye geliyordu. buralardan oralara gitmeliydik.
kalktık gittik.

ada sonbaharı - bir


g. beni yokuşun başında bekliyordu.
benim tiril tiril bluzüme nazire yaparmış gibi kışlık bir montla dimdik duruyor ve bekliyordu.
mütevazı çantamı görünce "bak benim loren çantama, her şeyim var benim" dedi.
o ve ö'yü de bir başka yokuşun sonunda alıp yola çıktık.
gerçekten her ama her şeyimiz vardı, yollar bomboştu, hava çok nefisti.
ayçiçeği tarlalarının, kavunların arasından geçtik, saat 3'e doğru ö, yanıma kıvrılıverdi.
4'te denizin ortasındaydık. g. vapurun zincirinden gelen sese bok atarak geçirdi vapurdaki 1 saatimizi.
5'te artık sadece g. vardı neredeyse, kendi başına konuşuyordu, yangında bitmiş ağaçlar hakkında, deniz, yollar ve redbull'un ne kadar kötü bir içecek olduğu hakkında konuşuyordu. yanından geçen tek tük arabalara küfür edip hareket bile çekti bi' ara.
7'ye çeyrek kala tam olarak olmamız gereken yerdeydik.
saat tam olarak kaçta içmeye başlayacağımızı hesaplayıp biraz uykuya daldık.
başlamak için saat 2 iyiydi.

9.18.2008

sonbahar tatili

buraya yaz tatilinde gidemedik.
bağbozumuna gidemedik.
işte şimdi sonbahar tatiline gidiyoruz.
yarın akşam bu saatte, bağbozumundan çıkan taze şaraplar ve biz olacağız gibi olacak.
sürpriz diye buna derim!

9.16.2008

bi' an - yirmidört


meğerse biz tam da onun doğumgününde tanışmışız.
ben o günün onun doğumgünü olduğunu biliyordum, ama o gün tanıştığımızı bilmiyordum.
tam olarak onun doğumgününün ertesi günü tanıştığımızı sanıyordum.
ve o zamandan beri ne sözcükler, ne yazılar, ne muhabetler...
bir sene mi, üç mü beş mi?
müstehzi gülücükle masanın karşısından işaret çaktı: "kalk!"
"şimdi dans etmek istemiyorum"
"dansetmeyeceksin, kalk!"
kalktım, önümde güvenle yürüyen iki adımı izledim.
kalktım bakalım, bildim ben.
yürüdüm, iki adım...
iki bardak söyledi,
iki tuzlu bardak, iki limon dilimi.
e hadi o zaman, kutlu olsun!

9.12.2008

istiyorum-istemiyorum - iki

istiyorum ki göründüğü gibi olmayanlar, hayatta sadece göründüğü gibi olmayanlara görünsün. diğerleri, uzunharmanlar'da bir davetsiz misafir olsun.
küller küllere, toprak toprağa, tozlar tozlara...

9.11.2008

ben ayşe nasılım - yedi

















ben ayşe.
leslie caron'u severim.
siz?

ben ayşe nasılım - altı

içten bir yengeç o.
ayaklarına ilk deniz kumu geldiğinde bundan hoşlanmadı.
ayakları denize ilk değdiğinde, o koskoca suyun derinliğinde kaybolacağını düşündü.

ilk bikinisi, küçücük popoya kocaman geldi.
gidilip en en en küçüğü alındı.
altındaki bez çıkarıldı.
giyinmeyi sevmeyen o ayşe, bikinisi giydirilirken hiç sesini çıkarmadı.

banyolardan çıkmamak için zaten tantana çıkarıyordu.
denizin de hayranı oldu.
onu çıkarmaya kalkışanlara yumruğunu sıktı.
itiraz etti.
eve gidip küçük havuzuna girmek istedi.
o havuzdan da çıkmak istemedi.

denizi, suyu, güneşi, kumu hep çok sevecek.

9.08.2008

bu kış neler yapılsın?



bu yaz neler yapılsın listesinde iki eksik oldu. mojito ve sangria. sangria'nın yazın sonuna doğru mebzul miktarda tüketilmesi, ev ahalisinin eksiğini kapatmaz, arayı doldurmak zorundayız. şöyle ki:

"e, n'apçaz, yapamadık bunları"
"yapsak yine, mojito mesela, olmaz mı kış kış?"
"hayır, konsepte uygun değil"
"buldum! blody marry!"
"biliyor musun yapmayı?"
"evet ki"

o karabiber merhem olur, iner boğazdan aşağıya.

ama yaz listesindeki vişne likörü yapıldı, demlenmeyi bekliyor. zaten çıkılan gezilerdeki köy pazarlarından alınan apacı biberler yeter bize bütün kış. kendilerinden dört çeşit turşu hazırda bekliyor bile. domatesli, sirkeli, soslu ve kuru olmak üzere...

31 eylül'de bazılarını görücüye çıkaracağız.
listeye o sırada eklenecekler de pek yakında!

8.28.2008

bi' an - yirmiüç


"benküçükkulplubardaktabiaçıkçayalabilirmiyim" dedim.
bunu aynen böyle söyledim.
ve o sırada konuşabiliyor olmaktan çok hoşnut oldum.
bi' dili konuşabiliyor olmaktan...

8.26.2008

öyle


masal-gerçek-gerçek-masal

8.22.2008

istiyorum-istemiyorum

hiç kimse hakkında, yeni ve bildiğimden farklı en ufak bir enformasyon duymak istemiyorum.
onların aslında öyle değil de böyle olduğunu bilmek istemiyorum.
herkesin göründüğü gibi olduğuna inanmak istiyorum.
herkes zihnimde olduğu gibi kalsın istiyorum.
istiyorum-istemiyorum.

bi' an - yirmiiki




- (fısıldayarak) tom york dinleyen bir taksici, inanmak mümkün değil.
- abi ben de bunu seviyorum, ne yapayım?
- sen bana numaranı versene!

8.18.2008

(korkunçlu) bi' an - yirmibir


"ÇABUK

OLDUĞUN

YERDEN

GERİYE

DOĞRU

YÜZMEYE

BAŞLA!"

ben ayşe nasılım - beş

onun için, öpmek, teşekkür etmek demek.
bayat bayat "beni bi' öp, bi' öp" diyemezsin ona.
mesela ayakkabı bağcığını bağladığında, sana karşı şefkatini ve minnetini göstermek için, kucağında kafasını döndürüp dudağını tam senin yanağına denk getirir ve sapsakin bir öpücük kondurur.
sorgusuz bir öpücük.
sonsuza kadar o ayakkabıyı bağlıyor olmak istersin.
veya onu banyo yapması için küvete yerleştirdiğinde, coşkusundan ne yapacağını bilemez ve yapıştırır bi' tane...
eğer şanslıysan dudağına rastlar o dudak ve böylece o ince dudağın nasıl bi' yumuşaklıkta olduğunu anlama zevkine erişirsin.
ama ona asla "öp, öp" dememelisin, hep "babayı" alırsın!

8.13.2008

bi' an - yirmi

"n.ç.'nin hayatta yaptığı en iyi şey ne peki"
"bu"


çok olmadığımız kesin

çok olan tarafta değiliz
çok olan tarafta olmayacağız
türkiye'de kürt olacağız
kürtlerde ermeni
ermenilerde süryani
gidip almanya'da türk olacağız
hollanda'da surinamlı
fransa'da cezayirli
iran'da azeri
amerika'da zifiri zenci olacağız
çoğalan zencide mutlaka kızılderili
israil'de filistinli
köpeğin karşısında kedi
kedinin karşısında kuş olacağız
kuşun karşısında börtü böcek
hakemler hep karşı takımı tutacak
ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
çiçeklerden kamelya olacağız
az kolumuzun tarafında
solda olacağız
bu itirazın ilk şartı

solda da az olacağız
devrimi çoğaltırken çünkü
bir başka devrime hızla azalacağız
bu da itirazın ikinci şartı

ben ayşe nasılım - dört

yürümek için aylarca bekledi.
rüyasında tavşanlar gibi hoplaya zıplaya yürüdüğünü görüyordu.
kendisinin de yürüyebileceğini anladığı o anda, çok heyecanlandı.
iki elini de açıp havaya kaldırarak dengesini sağladı o günlerde.
düştü, kalktı, düştü, kalktı.
hiç bir düşüşünde ağlamadı, kalktı.
ilk bir kaç adımı attığı günü kahkahalarla karşıladı.
ağzını yarım metre açarak ve o küçük dili bize göstere göstere attığı kahkahalarla.
yürüdüğü gün birbirimize sarılmadık, ama onu arkasından hayran hayran izledik.
en çok parmak uçlarına basarak bir yere tutunduğu zamanlar aklımızda kalacak. o topuk!

8.12.2008

bi' an - ondokuz

"ben en çok denizin dibine sırtüstü dalıp gözlerimi açıp taa güneşe bakmayı seviyorum"

8.05.2008

ben ayşe nasılım - üç


"bebek yüzü buruşturması" oyununu çok güzel oynar.
istediği zaman yapar, istemediği zaman yapmaz.
kimse ona karışamaz.

7.31.2008

bi' an - onsekiz

s: 'içkileriniz bitince çıkalım' diyor.
nasıl biliyor bunların hepsini?

7.24.2008

ben ayşe, nasılım - iki

onun için yumruklar çok, ama çok önemli.
ellerini yumruk yapmayı öğrendiğinden beri, o yumruk nelere nelere kâdir oldu.


yumruklarıyla kızar, sever, sevinir, delirir.

öyle ona özgü ki bu...
hiç bir zaman "kimden öğrendi" diye düşündürtmedi.
yaptı ve oldu!

7.22.2008

bi' an - onyedi


mbs: "sen bu şarkıdaki değilsin, bu şarkı sensin"


Discover U2!


bi' an - onaltı

bi' an, ama bu ileride yaşanacak:

işte bu şarkı çalıyor, beyaz tüller, balkon kapısından dışarıya sarkıntılık yapıyor.

balkon kapısının arkasında deniz var.

yerde hafif terlikler, duvarda mavi tülden bir şal.

oda tuzlu, vakit öğleden sonra-neredeyse akşamüstü.

bir saatlik öğleden sonra uykusunun üstü.

rüzgâr nasıl da beyaz tülleri aşıp şalı yalıyor.

tuzluyum-tatlıyım.


Discover Paris Combo!

7.18.2008

ben ayşe, nasılım?


yere yakın bir kişi olduğu için göktekilerden çok, yerdekilerle ilgilidir. yerdekilerin de mümkünse en küçükleriyle.

kopmuş bir böcek bacağı, bir toz parçası, toprak tanesi, halı tüyü veya giysi yünü hep onun ilgi alanındadır.

yerde bunlardan birisini gördüğü anda, hayatta ondan daha ilgilenilesi bir iş yoktur.

ve onu alıkoymaya kalkarsan, sana fırça atar, yumruk sıkar, olmayan dişlerini gıcırdatır.

o "şey"i görür, o esnada önemli iki yardımcı oyuncu vardır: sağ elin baş ve işaret parmağı ile ağız.

elin parmakları, yavaş, ama emin hareketlerle ona uzanır. yanyana üç "şey" varsa, en küçüğüne doğru ama... alır ve hemen ağzına atar.

o "şey"in ağza atılışı sırasında cenahtaki kişilere kesik atar. herhangi bir uyarı gelmezse o "şey" i ağzında eririr-çevirir, tadının yeterince güzel olmadığı anlaşıldığında, ekşi bir yüz ifadesiyle çıkarılır.

uyarı gelirse direnir. çıkarmaz, önce o anlayacaktır çünkü tadının hoş olup olmadığını, cenahtakiler değil!

7.16.2008

bugün!

geçen sene bugün.
erkenden kalktık, çantalarımızı, azıklarımızı hazırladık.
hastanenin bahçesinde fotoğraf çektirdik.

akasyalara bakan odaya üs kurduk, ayşegül kızı üssü!
çok haber verdik, çok haber aldık o gün.
ilk gecesi biraz ağlamalı geçti.
ikincisinde tecrübeliydik, her ağladığında açıveriyorduk musluğu.

ağlamayı kesen ses dünyasına gezinti, daha sonra fön makinesi, elektrik süpürgesi, çamaşır makinesi ile devam edecekti.

akasyalara bakan odada doğan ayşe.
gözlerimizi çeşitli vesilelerle dolduran ayşe.
uykum kaçtığında hayal ettiğim ayşe.
nazlı, hırt, şefkatli ayşe!

7.08.2008

romeo was...

"aşk şarkısı ilk beş"in tepesi:
"was romeo really a jerk".
cevap: he was!


no greater love romeo and juliet

but shakespeare died and years passed by
juliet knows everything about romeo
except why he tells her no at night

you know that beggars should not be choosers
romeo's job has no social term
jerking off is made for the losers
instead of with he sells his sperm

and every day just a same
romeo's shame in black suitcase
and every day...


romeo is a poor refugee
he's just another one to bite the dust
juliet measures time by diamonds on her watch
they come together by the force of lust

and every day just a same
romeo's shame in black suitcase
and every day...

i'm not romeo
maybe you are juliet
but i'm not romeo
why do you wake up in sweat dear romeo
why does you face turn away from me
what is the pain that you are going trught
what is the secret that i cannot see

oh i was dreaming i jumped by parashout
and i went down down since my birth
but at the moment i was ready for lending
oh my god i missed planet earth

tam bu nokta!


"ben aşık oldum"
"olur öyle şeyler fıstık, takma kafana!"

7.03.2008

bi' an - onbeş

yaz '07.
"aromalı tütün içilemiyormuş. ama sigara içiliyor. gidelim burdan."
"beğeniyorum bu tavırları."
yaz '05
"burası looser bir yer. sana göre değil, zorumla geldin, kusura bakma."

6.30.2008

bi' an - ondört


sadece ayakları görünüyor.
sandaletini çıkaracak mı? evet.
çıkardı mı? evet.
ayakları ince-uzun, hareketleri tez.
perdeyi açmadan önce elleri görünüyor.
tam olarak bitirmedi o şortu giyinmeyi, ama bir an önce nasıl olduğuna bakmak istiyor.
çok güzel olmuş, çok.

6.24.2008

"neden burdaydık" simülasyonu


karanlık, küçük bir odada, beş adet ekranlı bir masanın başında 12 kişiyiz. başında dediysem, masanın başı-kıçı mı kaldı bir yandan da?

herkes ekranı, ben herkesi izliyorum.

mesela şu balık etinden hallice kadın, benim apartman arkadaşım t'ye benziyor. ama t. şu anda bir kamu kuruluşunda dirsek çürütüyor. o abla da bizim çocuğun başında dikilmiş, o işin gerçekten öyle olup olmayacağını soruşturuyor.

saçları fazla boyadan "tülük tülük" olmuş. ruju muhtemelen üç buçuk sene önceden kalma, dudağını ziyadesiyle çatlak gösteriyor. eğer bir kocanın karısıysa, adamı iki saatte bir telefonla arıyordur. eğer çocukları varsa, "anneniz size kurban olsun" diye seviyordur onları. ama bana o işin, o zamandan daha önce yetişip yetişmeyeceğini sorarken, pek işbitirici. öğrenilmiş işbitiricilik, sırıtıyor. kafa yukarıda, omuzlar gergin...

biz burda hep beraber durmuş, sarı, "biribiri" diye ses çıkaran saçma yaratıkların neleri yapıp yapamayacağına bakıyoruz.

hepimiz. acayip ciddi bir iş üstündeymişiz gibi davranıyoruz, ama mevzumuz o sarı şey işte.

onlara bakanlardan birisi de benim apartman arkadaşım t. âdeta.

t'nin bir kızı var, bir de kocası. kızı, gecenin yarımında uyanıp "anne, bana tayuk yap" diyor.

buradaki abla da "bakın, eğer yapamayacaksanız, şu andan söyleyin, önlemimizi alalım" diyor.

oradaki sakallı adamlardan birisi "bu karakter, biz istesek kamasutra hareketleri de yapabilecek mi?" diye soruyor. insanı kamasutradan soğutuyor.

ablaya bakıyorum, soruyu kafasıyla onaylıyor, meraklı bir de...

bir an gülesim geliyor. gözlerimi belertmekle yetiniyorum şimdilik.

6.20.2008

böyle ikilemin...


hayatımı yakın zamanda şu ikilem kuşatsa ya:

bu birayı içip mi denize girsem, yoksa denize girip çıktıktan sonra mı birayı içsem?

"en kötü ikilemimiz böyle olsun" ikilemi.

hadi!