1.30.2010

bi' an - otuz bir

"çok güzel cevaplarımız yoktu, ama çok güzel sorular sorabiliyorduk."

taksim meydan, kırmızı ışık yeşile dönerken...


1.27.2010

olsa ya...

soul kitchen'da şef yardımcısı, garson, olmadı dj olmak istiyorum.

o bıçağa sahip olmak istiyorum.

filmin değil, mutfağın...


1.16.2010

bi' an - otuz

bu şehirdeki solculara ne oldu?

bazısı öldü.
ölmeyenler "oldu".
bazıları sıcak yatak aldı.
kimisi halvet oldu.
kimisi çocuk yaptı.
kimisi asker kaçağı,
bazısı vicdan batağı.
bazıları akşamdan kaldı.
akşamdan kalmayanlar grip olmuştu.
bir türlü grip olamayanların "abi, işleri çok yoğun".
çalışmayanlar evde, battaniye altında.
battaniyesi olanlar hem de televizyon karşısında.
televizyonu olmayanlar gitmişler.
gitmeyenler küsmüşler.
küsmeyenler geç kalmışlar.

1.08.2010

bi' an - yirmi sekiz


- facebook'tan öğrendiğim yegâne şey ne biliyor musun?
- ...
- ö.... ölmüş.
- yalan!
- doğru!
- neden?
- bilmiyorum. geçen sene bu zamanlar ölmüş.

ben ayşe - on üç



kızın elinde bir plastikten leopar oyuncağı...
çocuğa sorar:
"ukkucum, mu ni?"
ukku, bilgelikle:
"kanguyu"!

1.03.2010

ben ayşe - on iki

şok!
şöhret a.k. nerede basıldı?

sahnelerin yakından tanıdığı ünlü isim n'aparken yakalandı?
a.k. "cici"sinin bulaşıklarını yıkarken görüntülendi.
a.k. "evet, ona akşam yemeğinde dana döşü sarması ve safranlı pilav yaptım. yanında da kırmızı şarap içtik. ohh, sefamız olsun" diye konuştu.

a.k. gazetecileri kapıdan kovarken, "bulaşık makinemiz bozulmuştu. değil tabağını,
ben onun her şeyini yıkarım bi' kere" dedi.

a.k. ile alemlerde "ukku" adıyla anılan dj sevgilisi, evlerinden geç saatte çıkıp eğlenmeye giderken görüldü.

12.17.2009

ayşegül sözlüğü - 3






"o
çuçuk
minim
cicim."

(peyy! eğlence başladı!)

11.24.2009

ayşegül sözlüğü - 2

mamam: tamam
acii: acı mı?
dudu: su
tüt: süt
oppa: tavşan
çeçil: çekil
çüçük: küçük
çıçaaak: sıcak mı?
kalkam: kalkayım
alâm: alayım
tert: ters

11.20.2009

ayşegül sözlüğü - 1


enene: anneanne
abaam ben: ben ablayım
apa: otur
kaka: kanka
giydıycan: giymeyeceğim
gitdiycan: gitmeyeceğim
bok: yok
book: büyük
alaa: hayır

5.18.2009

bi' an -yirmi yedi

bahar '09

balıkesir apartmanı...

gece 11.30...

camda bir adam, 60 yaşlarında.

diyor ki: "bak, geldi işte, geldi".

kapıdan çıkıyor, bak geliyor işte.

ben ayşe - on bir


şarkılar söylüyor, içinde "anneee-dedeee"nin geçtiği.

bilmediğimiz, ama kesinlikle, dünya yüzünde bir zamanlar konuşulduğundan emin olduğumuz bir dilde konuşuyor. dilin, sesli harfleri az, sessizleri fazla. kuzey ülkeleriyle çekik gözlülerin dillerinin karışımı diyebiliriz kısaca. yani, en kısası böyle oluyor, yapacak bir şey yok.

"rüyanda kimi gördün" sorusuna sektirmeden "dede" diye cevap veriyor.

suyu çok seviyor, su akıyor, o bakıyor, etrafındakiler de o sırada kendisine yemek yedirmekle uğraşıyor.

kendisini "balım, kaymağım, tatlım" diye seven annesinin "maması" olduğunu sanıyor.

"seni ilk önce nerenden yemeye başlayalım" sorusuna çenesini göstererek cevap veriyor.

sevdiklerini öpmeyi çok seviyor, en çok sevdiklerini öperken "muhaaa" diye ses çıkarıyor.

böyle böyle "ayşegül" oluyor, insanın aklında kalıyor, gönlünü çeliyor, rüyasına giriyor.

11.11.2008

ben ayşe nasılım - on


müzeyyen söylüyor:
"benzemez kimse sana
tavrına hayran olayım
bakışından süzülen işvene kurban olayım"

10.22.2008

bi' an - yirmialtı






- ben o koç'u ahirette bulmak istiyorum.

- aa, sahiden, var mı öyle bi' imkânımız? bulur muyuz dersin?

- tabii ki var. çünkü bizi, ara sıra cehenneme ziyarete götürecekler.

- e, ama bu çok iyi haber!


10.20.2008

ben ayşe nasılım - on




uyumuyorum
ben.
uyumuyorum
işte!

erdek, eylül '08.

ben ayşe nasılım - dokuz


ben ayşegül.
bizim evdekilerin hepsi ayrı bi' leyla.
ben yürüyorum, arkamdan bakakalıyorlar.
koşuyorum, fısır fısır bi' şeyler konuşup gülüyorlar.
şarkı söylüyorum, dudakları kulaklarına varıyor.

konuşuyorum, kendilerinden geçiyorlar.
dansediyorum, benimle beraber en acayip dans figürlerini sergiliyorlar.
ben ayşegül, ben kendime gülüyorum, onlar bana gülüyor.
bizimkilerin hepsi bi' hoş!

sen ne büyük abimizdin t. özuslu!

Evet, aziz dostum, gerçekten benim; ama artık çok farklı bir benim… Nerelerde ve kimlerle olduğumu da balâda mezkûr iki ayrı mekân-insan manzarasından öğrendin işte. Bendeniz, evveli Mübarek Ramazan’da saçma-sapan bir trafik kazası geçirdim ve sol gözümü çok ucuz kurtardım. İbneler gözümle uğraşmaktan başka taraflarımı unuttular. Galiba hafif şiddette bir beyin travması da var ki, zaten ceviziçi kadar kalmış beynim hepten büzüldü gitti. Köy adı, cadde-sokak adı, insan adı zaten tanımazdı köhne hafızam, şimdilerde hepten kepir düştü. Ahali nutuk atmaya çağırıyor; kürsüde tık diye tutulup kalıyorum: “Hani MTA’da bir servis şefimiz vardı, Birmingham mezunuydu, hanımı da İngiliz’di, bendenizi İngiltere’ye yollayacaktı da gitmeyi reddettim diye çıldırdıydı, ‘Pembe Panter’ diye mahlas yakıştırdıydınız biçareye de öldü gitti, neydi adamcağızın adı yahuuu?...” Tipik bir bunak tablosu işte. Küçük Dostum’un adını bile unuttum; ama sizi unutacak kadar bunamadım henüz. Halâ oradaysanız eğer, üç vakitte “W Sokağı”na damlayacağım…

hastası olduğumuz madenci deli tayfun abi. balık pazarlarından, karaköylerden, eminönülerden telefon açıp "hangi balığı alalım da onu nasıl yapalım abi?" diye sorulabilen lagosçu tayfun abi. gelsin ya buraya, gecenin vaktinde sonsuzluk ve birgün'ü falan seyrederken uyuyakalsın ya koltuklarda. kocaman vücuduyla kocaman koltuğu küçücükmüş gibi göstertse ya. bize azıcık hayat görgüsü, yemek kültürü, kâm tozu serpse ya...

9.26.2008

bi' an - yirmibeş




-
ben yine gidiyorum ama geleceğim.
- geldin mi acaba?
- dahası gidemedim. n'oldu ki?
- hiç. yalnızlık hissettim bi' an. elmamı yiyince geçti.
- pis!

9.24.2008

müzeyle imtihan

masumiyet müzesi'ne başlamadığım zamanlardı - sabırlıyım ya, "beklerim" dedim kendi kendime. halt etmişim.
bir süre sonra herkesi ama herkesi onu okurken bulunca (belki de bana öyle geldi o sıra), içimden ince sızı akıyordu. merak bazen sabrı yener.

o pembe kapak, o "orhan pamuk nasıl aşk yazmış" duygusu içimi yedi bitirdi. aynı kahramanımız kemal gibi. (içini yemek bitirmek bakımından)

bir canavar girmişti içime adetâ. her gittiğim evde, bütün sehpaların üstünde onu görmeye alışmıştım artık.
onunla da başa çıkabilirdim, nitekim bir süre yaptım bunu.

fakat dağ taş masumiyet müzesi olmuştu sanki. sadece arada arada kaçak yapıp, s.'ye, e.'ye ve a.'ya "nasıl, güzel mi? ne diyor? nasıl gidiyor" yollu sorular soruyordum. bir süre de böyle idare ettim. bardağın taşacağı var
mış.

çünkü kime sorsam bana şu minvalde cevaplar veriyordu: "oku da sonra konuşalım", "şu anda bi' şey söylemek istemiyorum", "prensip meselesi!". sözleşmişler miydi, neydi? içim içimi yemeye başlamıştı, sehpaların artık müzesiz yaşayamayacağını hissetmeye başlamıştım.

İTİRAF

bu bilgi paylaşmama hali, beni tam anlamıyla tahrik etti.

kendimi tutamadım ve s.'nin uyuduğuna emin olduğum bir akşam sehpanın üstündeki (bizim işte sehpa önemli!) müzeyi kapıverdim. onun kapısının önünden kedi adımlarıyla geçtim ve kapağı açtım. ne vardı işte? ben de artık haiz olacaktım o çok gizli bilgiye. ve büyük bir temkinle "bana onu sormayın" diyebilecektim.

aşk-meşk, bildiğin hırslar, evlilik korkusu, şefkat dilenmesi, bencillik, yalan...

tam olarak 198. sayfaya geldiğimde, yine dayanamayıp ö.'ye yeniden şunu sordum: "evlenec
ekler ve bu böyle gidecek di mi?"

ne dese beğenirdim? "yani, tam olarak öyle değil, daha bir rutine giriyor." evinin kapısının önündeydik ve bu an "yıkıldığımın resmi"ydi.

daha rutin mi, daha mı rutin?


216. sayfadaydım, şeytan bana "birkaç sayfa atlasan bi' şeycik olmaz" diyordu, ona uymuyordum. şöyle sahnelere şahit oluyorduk beraber:

müze, sehpanın üstünde duruyor ve "kitap okuyalım mı" diye oturduğum
uz koltuklarda karşılıklı şarap içerken buluyorduk kendimizi. (kitap hakkında konuşmamaya hâlâ özen gösteriyorduk)

veya bir ileri aşamaya geçip ikimiz de karşılıklı kitapları almışız elimize, kitaplar kucağımızda açık vaziyette televizyona bakıp haldun dormen'in artık televizyona çıkmasa ne güze
l olacağını konuşuyoruz. ya da yatakta kitaplar duruyor, ikisi de açık vaziyette, huzurla uykuya dalınmış, kaçıncı rüya...

İTİRAF İKİ

geçende şu konuşma geçti:
"nasıl bitecek bu, hep böyle mi gidecek?"

"bilmiyorum, ben geçen gün iki sayfa atladım valla"

kitap tanrısı bizi affetsin.

not: kemal, kendini de bizi de yedin bitirdin! aşık değil, sapkınsın!

9.23.2008

ada sonbaharı - dört





- tamam mı?
- tamam.
- tamam mı, dedim.
- neye dedin?
- e, ben rüyada konuşuyorum.
- e, evet!
- bi de hasta oluyorum, çok kötü!

ada sonbaharı - üç

kalktık gittik.
sapılacak her türlü yola saptık.


"uçan yatak"a baktık, rüzgâr güllerine baktık, deniz fenerine baktık. üzüm bağlarına ve zeytin ağaçlarına baktık.
döndük döndük, saat 2'yi geçirdik.


güneşin batışını buradan izleyeceğiz.
sadece birkaç saat sonra bir tane daha "getirin ne varsa" masasına çöreklendik.
bizi hiç bekletmediler, hiç üzmediler, getirdiler.
önce montlarımızı çıkardık, sonra hırkalarımızı, en son fularlarımızı...
güneş tam gözümüzün hızasına geldiğinde denize melun mahsun bakıyor bulduk kendimizi.

o nasıl güneşti ve o nasıl deniz?
o tahta sandalyelerin tepesinde neden o kadar rahattık?
ö., bir süre sonra buzlu rakı hakkında derin ve ağır bir ajitasyona girişti.
güneş batmaya yakındı, gece planı hazırdı.